Bu Resimlerde Gördüğümüz Hangi Kent?

Emre Zeytinoğlu

Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler”i, Marco Polo’nun Kubilay Han’a geceler boyu anlattığı kentlerdir. Bu kentler ne kadar gerçektir ya da ne kadar hayâl gücünün eseridir? Bunu okuyucu bilemez. Ama şu var ki o okuyucu, kitapta anlatılan tüm kentleri merakla okur ve onları tanımak için büyük bir istek gösterir. Calvino’nun yazdığına göre, aynı isteği Kubilay Han da duyuyordu: “Kesin bir şey var, o da Tatar İmparatorunun genç Venedikliyi, diğer bütün ulak ve kâşiflerden daha büyük bir merak ve dikkatle dinlemeyi sürdürdüğü.”

Bu güçlü imparatorun, gerçek olup olmadığı bile tam belli olmayan kentlere bu kadar ilgi duyması tuhaf değil mi? Kanlı savaşlar sonucunda ele geçirilmiş ve geniş harita paftalarıyla işaretlenmiş yüzlerce gerçek kentin yanında, Marco Polo’nun anlattığı bu yarı hayâl yarı gerçek kentlerin nasıl bir çekiciliği olabilir? Calvino, kitabına şu tümcelerle başlar: “İmparatorların yaşamında bir an vardır: Zapt ettiğimiz uçsuz bucaksız toprakların verdiği gurur duygusunu, bu diyarları tanımak ve kavramaktan yakında vazgeçeceğimizi bilmenin hüzün ve rahatlığını izleyen andır; bir duygu vardır: Yağmurun ardından fillerin ve ocaklarda ağır ağır soğuyan güllük ağacı küllerinin yaydığı kokuyla birlikte akşam içimize çöküveren bir boşluk duygusudur; haritaların kızıl-sarı kavislerine, öyküler dokurcasına işlenmiş ırmakları ve dağları titreten, son düşman ordularının bir bozgundan diğerine yok oluşunu bildiren mektupları birbiri üstüne düren, değerli madenler, işlenmiş deri ve kaplumbağa kabuklarıyla ödedikleri vergiler karşılığında muzaffer ordularımızdan himaye dilenen adı sanı duyulmamış kralların mühründeki mumu söküp atan bir baş dönmesi vardır. O ana dek bize bir harikalar harikası gibi görünen imparatorluğun, ‘son’suz ve ‘biçim’siz bir yıkıntı olduğunu, çürümüşlüğünün asamızın kurtaramayacağı kadar kangrenleştiğini, düşman krallara karşı kazanılmış zaferlerin bizi onların ağır, uzun yıkımlarının mirasçısı kıldığını keşfettiğimiz bir umarsızlık anıdır bu.”

Hiçbirimiz imparator değiliz. Zapt ettiğimiz uçsuz bucaksız topraklar, dize getirdiğimiz krallar ve onların orduları da yok. Ama kendimize mal ettiğimiz kentler pekâlâ olabilir. Hattâ belki de, en az Kubilay Han’ın çektiğine eşdeğer zorluklar sonucunda elde etmişizdir bu kentleri. Bir kentte tutunabilmek, bir kenti tanıyabilmek ve bir kenti sevebilmek, uzun ve çileli bir süreçtir. Bir kentte yaşamaya hak kazanmak ve oraya (ister o kentin yerlisi, ister yabancısı olalım) kabul edilmek, belki bir kentlinin üstesinden gelmesi gereken ilk şeydir. Kente tutunmanın ardından, kenti tanımak gelecektir. Bu aşamada, kentin tüm haz ve gereksinim alanlarının kullanılabilir kılınması mümkün olabilir. Ve kenti sevmek: İşte bu son aşama ne kente tutunmakla, ne kenti tanımakla ilgilidir. “Kenti sevmek” duygusunun pratik bir karşılığı hiçbir zaman bulunamamıştır. Kentin “güzel oluş”u mudur, bize kenti sevdiren şey? İyi de, o “güzel oluş” nasıl tanımlanabilir? Bunun için gerekli olan nedir: Büyük ve gösterişli meydanlar, uzun köprüler, gökyüzünü delip geçen kuleler, tanrının suretini yansıtan tapınaklar, sarmaşıklar içine gömülmüş evler, nehir kenarlarına dolmuş sedef kumlar ya da akasya kokulu rüzgarların aktığı dar sokaklar mı? Olabilir. Fakat örneğin, Calvino’nun Diomira kenti üzerine yazdıkları, tüm bunların bir kenti güzel bulmamız ve orayı bu yüzden sevmemiz için yeterli olmadığını bize anlatır: “İnsan oradan yola çıkar üç gün hep doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini. Kentin altmış gümüş kubbesi, bronzdan tanrı heykelleri, kalay kaplı yolları, kristal bir tiyatrosu, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın bir horozu vardır. Daha önce hepsini başka kentlerde gördüğünden, yolcu bu güzellikleri zaten tanır. Ama başkadır bu kent.”

Calvino’ya bakarsanız, Diomira güzel nesneler ile dolu, incelikle tasarlanmış bir kenttir. Ne var ki yolcunun orayı sevebilmesi için, bu nesneler hiçbir şey ifade etmemektedir. Güzel nesneler her kentte karşımıza çıkabilir; kentin “başkalığı”, nesnelerin çok ötesinde bir yerlerde aranmalıdır. Neresidir o nesnelerin ötesindeki yer? Kentin dışında, orayı çepeçevre saran, içinde sevimli sincapların sıçradığı, renkli kuşların şarkı söylediği vs. ormanlar mı? Hiç de değil. O kentin ötesi, yine kentin tam da merkezinde yer almaktadır: “Günlerin kısaldığı bir eylül akşamı, lokanta kapılarında rengârenk lambalar hep birden yandığında ve terasın birinden bir kadın; ooh! diye keyifle bağırırken bu kente gelen biri, o an, aynı akşamı daha önce de yaşadığını ve o kez mutlu olduğunu anımsayanları kıskanır.”

O halde kent ile mutluluk arasında bir bağ vardır. Oysa bu, kolay saptanabilecek ve o kentte mutlu olunduğunda, orayı “mutluluk kenti” yapıverecek bir bağ değildir. Ve o halde bir kenti sevmenin nedeni onun “güzel oluş”u olmadığı gibi, yaşanılan bir takım olaylar ile mutluluk vermesi de değildir. İşte Calvino bu noktada çok daha karmaşık bir bağın varlığını ima eder: Kentte sürekli yaşanan aynı şeylerin iyice birikmesinden ve neredeyse kanıksanmasından sonra; çok daha sonra, tüm o birikmiş ve anlamsızca yaşanmış şeylerin, aslında mutluluk verdiğinin ayrımsandığı an... O an kuruluveren bağ: Terastaki kadının “ooh!” diye keyifle bağırdığı sırada, mutluluk ile kent arasında kuruluveren bağ... Hayır; bir kenti sevmenin nedenini bu keyifli “ohh!” sesi de açıklamaz. Hâlâ bir eksik sezilmektedir. Calvino o kısacık tümcesinde öyle bir şey söylemiştir ki, bir kenti sevmenin anlamını hayli derinlere gömmüş ve bizim o anlamı derinlerden çekip çıkartmamızı beklemiştir. O derinlerdeki anlam; bir kenti sevmenin anlamı, o kadının nihayet bir gün o kentte mutlu olduğunu anımsamasıdır. Bizim o kadının mutlu olduğu anda, rastlantısal olarak orada bulunmamız ve onu duymamızdır. Dahası, onun mutluluk sesini duyduğumuzda, onu kıskanmamızdır.

Anlıyoruz ki, burada söz konusu olan bir kentin; Aziz Augustinus’un tabiriyle, “cam ve taş yığını olarak bir kent”in nesnelerinden konu açılmıyor. Nesneler kentindeki olaylar da hiç önemli sayılmıyor. Önemli olan, o nesnelerin ve o olayların üst üste binerek oluşturduğu katmanların en altına sızan ve orada son derece kırılgan, ince bir tortu yaratan, yalnızca hislerden ibaret bir kenti sezebilmek: Bir tasavvurlar dünyasının, hayâl kenti bu belki... Böyle bir kent elbette, bir zamanlar muzaffer orduların yıkıp harabeye çevirdiği bir bozgun alanı olamaz. Yıkım sonrası, kenti yeniden (ve çok daha görkemli biçimde) inşa eden imparatorun malı da sayılmaz orası: İster harabe olarak kalsın, ister tekrar göz kamaştırıcı bir güzelliğe bürünsün, kesinlikle yıkımların mirasçısı denilemez ona... İşte bir kent sevilecekse, böyle sevilecektir.

Kubilay Han, Marco Polo’nun anlattığı kentleri seviyordu. Onları, savaşlar sonucunda kendine mal ettiği birçok görkemli kentten daha fazla seviyordu. Çünkü Marco Polo’nun kentleri, bozgunların ya da yıkımların mirasçısı değillerdi; bu yüzden oradaki yapılar, bundan sonra yıkılmaya mahkum olamazlardı: “Kubilay Han, yalnız Marco Polo’nun anlattıklarında yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin ötesine geçiyor, akkarıncaların bile kemiremeyeceği kadar ince bir resmin telkâri çizgilerini yalnız orada seçebiliyordu.”

Bu sergide Yonca Saraçoğlu, bize (aynı Marco Polo gibi) kimi kentlerden bir şeyler anlatıyor. Ve biz de bu kentlerin ne kadarının hayâl, ne kadarının gerçek olduğuna karar veremiyoruz. Ama bir şeye karar verebiliyoruz: Bu resimlerdeki kentler, ressamın anlatmaya değer bulduğu kentlerdir; onun sevdiği kentlerdir. Yani Calvino gibi söylersek; o kentler surların ve kulelerin ötesinde, akkarıncaların bile kemiremeyeceği kadar ince bir resmin telkâri çizgilerinden oluşmuştur. Marco Polo kendi kentlerini, o telkâri çizgiler ile anlatmış ve Kubilay Han da bunu seçebilmişti. Biz seçebilecek miyiz; ressamın her dediğine inanmasak da, büyük bir merak ve dikkatle onu dinlemeyi sürdürebilecek miyiz? Belki evet, belki hayır. Fakat madem ki ressam, sevdiği kentlerden söz etmektedir, bu durumda bizim ilk düşünmemiz gereken şey (ister onu sonuna kadar dinleyebilelim, ister o kent öykülerini dinlemekten vazgeçip kendimizi daha eğlenceli bulduğumuz uğraşlara yöneltelim), resimlerde gördüğümüz her bir nesnenin ve anlatılan her bir olayın ardında, o kadının “ohh!” sesinin var olduğudur. Tam ressamın oradan geçme anında duyduğu bir “ohh!” sesi... Demek ki ressam bu kentlerin her birinde bu sesi duymuş, mutluluk sesini kentin diğer seslerinden ayırmış ve o sesin sahibini kıskanmıştır. Gördüğümüz her şeyin ardına bu ses gizlenmiştir.

Sergideki resimlerde anlatılan kent öykülerini sonuna kadar izleyebilme yetisinde olanlar, bu sesi ayrımsayabilirler ve ressamın bu kentlere niçin sevgi duyduğunu anlayabilirler. Öyleyse, bir anlamda sergi tamamlanmıştır. Yapılacak şey, galeriyi terk etmek ve bu yarı gerçek, yarı hayâl kentlerin duygusunu yaşayarak sokakta bir süre yürümektir. Fakat yine de, bu resimlerdeki kentleri yaratan şeyin, ressamın sıradan ve kısa mutluluklarından ibaret olmadığını; resimlerin dokularındaki telkâri çizgilerin, sıradan ve kısa bozgunların mirasını taşımadığını düşünerek yürürken, hâlâ bir sorunun yanıtının eksik kaldığını da düşüneceğiz. O yanıtsız soru, zihnimizi kurcalayıp duracak: Resimlerdeki kentlerin; ressamın yarattığı bu kentlerin hayâl yanı, esin kaynağını nereden almıştır? Evet; bu resimler herhangi birkaç kentin doğrudan temsilleri değillerdir; bunu biliyoruz. Orada yer alan figürlerin anlattıkları öyküler de, bir anının aktarılması değildir; bunu da biliyoruz. Fakat daha çok hayâl kentler olarak izlediğimiz bu kentlerin içine, yine de bir gerçekliğin, bir takım yaşanmışlıkların, anıların, duyulara yönelik algıların sızmış olabileceğini de düşünmeden edemiyoruz.

Bu hayâl kentlerin esin kaynağını keşfetmeye çalışan izleyici, bu kez, bir kentin niçin ve nasıl sevilebileceği sorusu üzerine farklı yanıtlar düşünmeye başlayabilir. Belki bir kenti sevmek, tam da Calvino’nun dediği gibi bir şeydir; burası tamam... Ama belki de kentler üzerine hayâl gücümüzü harekete geçirebilecek başka şeyler de vardır; işte bu anda aklımıza Roland Barthes’ın “Göstergeler İmparatorluğu” kitabında, Tokyo kenti üzerine yazdıkları gelebilir: “Bir merkezi vardır, ama bu merkez boştur. Tüm kent aynı zamanda hem yasak, hem ilgisiz bir yerin içinde hiç görünmeyen bir imparator, yani, sözcüğün tam anlamıyla, kim bilir kim yaşayan ve yeşillikler altında gizlenen, su hendekleriyle korunan bir konutun çevresinde döner. Her gün, bir mermi gibi hızlı, çevik, güçlü taksiler, görünmeyenin görünür biçimi olan basık bir tepeliği bir kutsal ‘hiç’i gizleyen bu daireden kaçınır durur. Demek ki, çağcıllığın en büyük iki kentinden biri, surlardan, sulardan, çatılardan ve ağaçlardan oluşan, saydamsız bir halkanın çevresinde kurulmuştur, halkanın merkezi de buharlaşmış bir düşünceden başka bir şey değildir, herhangi bir iktidarın ışığını yaymak için değil, ulaşımı sürekli bir sapmaya zorlayarak kentin tüm devinimine merkezsel boşluğun desteğini vermek için durur. Derler ki, imgelem böylece dairesel bir biçimde, boş bir konu boyunca, kıvrılışlarla, geri dönüşlerle açılır.” Belli ki Barthes, Tokyo gibi kimi kentlerin hayâl yanının, zaten onun içinde gizli olduğunu söylüyor: Görünmeyen bir imparatorun, kendi hayâlini içinde taşıyan bir kentte gezinmesi... Peki bu anlamda, Yonca Saraçoğlu’nun resimlerinde izlediğimiz kentler, onun gördüğü kentlerin ya da o kentlerde yaşadıklarının gizli yanlarını mı yansıtıyor? Yoksa bu kentler zaten yok muydu; o kentler yalnızca birer ütopya kenti mi? Aynı, Campanella’nın “Güneş Kenti” gibi...

Şurası kesindir: Bir ressam, asla zihninde kurduğu bir ütopya kentini resmetmez. Çünkü henüz o kentte hiçbir şey yaşanmamıştır. Buna karşın, bir ütopya kentini resmetmeye teşebbüs eden ressamın amacı, bundan sonra yaşayacaklarını anlatmak olacaksa, ressam hem o kentin, hem de o yaşayacaklarının, daha o düşünce anında ölü doğduğunu bilir. Aykut Köksal’ın “Zorunlu Çoğulluk” adlı kitabında, bu konu ile ilgili çok güzel bir bölüm vardır: “Olanaksız Kentler”... Aykut Köksal orada şunları yazar: “Kenzo Tange’nin Deniz Kenti’yle Campanella’nın Güneş Kenti aynı olanaksızlık noktasında buluşurlar. Burada olanaksızlıkla kastedilen inşa edilemezlik değildir kuşkusuz. Nitekim, Rönesans ütopyaları arasında inşa edilmiş bir örnek de vardır: Scamozzi’nin Palmanova kenti. Emilio Tempia’nın da belirttiği gibi, Palmanova, önceden tümüyle tasarlanmış olarak, bir anda doğmuştur, ancak eğer kentler büyümek için doğuyorlarsa Palmanova ölü doğmuş bir kenttir.”

Bir kent niçin ölü doğar; onu daha ana rahminde öldüren şey nedir? Yanıt açıktır: Büyümesi olanaksızdır da ondan... O halde bir kent nasıl büyür; bir takım nesnelerin çoğalmasıyla mı? Belki... Ama bu nesneler nasıl çoğalacaktır? Nesneleri kimler ve hangi nedenlerle çoğaltacaklardır; öte yandan hangi yaşamsal reflekslerle? Bunun tek bir yanıtı olabilir: Biriken yaşanmışlıklar... Sıkıcı ya da değil; şaşırtıcı ya da kanıksanmış; haz ya da gereksinimler nedeniyle (ya da daha başka birçok nedenler yoluyla). Bir kent yaşam ile büyür. Tam tersinden söylersek; yaşam ile çoğalan nesneler, bir kentin büyümesi demektir. Demek ki kentteki nesneler, yalnızca kendi görüntülerine özdeş değildir. Onlar, kendilerine anlam kazandıran yaşam sayesinde, üstelik kentte yaşayan her bir kişinin bu anlamları sonsuza kadar çoğaltmasıyla, kendilerinden taşan bir anlam dünyasının nesneleridir. İşte böyle nesnelerden oluşmuş bir kenti, en iyi bir sanatçı görebilir ve yansıtabilir. O kentin telkâri çizgilerini, elbette en iyi bir ressam çizebilir.

Ve galeriden çıkıp sokakta yürürken bunları düşündüğümüzde, geçtiğimiz sokaklarda, caddelerde ve açıldığımız meydanlarda; oralardaki her nesnede, kendi yüklediğimiz anlamları arayabiliriz. Kesinlikle oralara bir iz bırakmış olmalıyız: Yine Calvino’nun başka bir öyküsünde, uzaya bıraktığı iz gibi... Ne var ki, kentin kalabalığı içinde bıraktığımız izleri belirgin biçimde görebilmemiz olanaksızlıkların en büyüğüdür; diğerlerinin bıraktığı izler yüzünden, bizim izimiz kaybolup gitmiştir. Calvino da, milyonlarca yıl sonra uzayın o noktasından geçtiğinde, çoğalan izlerden, kendi izini bulamamıştı. Fakat şu var: bıraktığımız izlerin kayboluşu, bu izlerin hiç bırakılmadığını göstermez. Onlar, diğerlerinin arasında görünmez olmuştur ama, vardır. Ve onlar, kentin telkâri çizgilerinin ta kendisidir. Onları yalnızca hissederiz ve kent böylece “bizim” kentimiz olur: Sevdiğimiz kent...

Şimdi şu içinde yürüdüğümüz kent gibi, birçok kent gezmişizdir. Birçoğunda da, bıraktığımız izler (görünmese de) durur. Bizden oraları sorsalar, o izleri anlatırız: Kentlerin görünmeyen izlerini... Kendi “görünmez kentler”imizi... Ve sorsalar; “bu anlattığın kent neresidir” diye, büyük olasılıkla izler birbirine karışmaya başlar. Soruyu üstelerlerse, şöyle bir yanıt vermekten başka çaremiz yoktur: “Bu anlattığım kent, en sevdiğim kenttir; yani en fazla iz bıraktığım, ama o izleri en fazla kaybettiğim kent”... Telkâri çizgiler, zihnimizde birleşmeye başlamıştır. Bu çizgilerden (tümünden) yeni kent resimleri oluşturabiliriz; yaşadıklarımızı da, o resimlerin içine yerleştirebiliriz. Böylece o resimler kentlerin ayrı ayrı görüntüleri değil, anlamları olur. Bunlardan biri, diğerlerinden biraz daha fazla anlamlıysa, resimlerin tümüne, o anlamdan bir şeyler sızar.

O zaman bu kez de “Görünmez Kentler” kitabındaki, şu satırları anımsarız:

“Şafak sökmüştü ki: -Efendimiz, bildiğim bütün kentlerin hepsini anlattım sana, dedi.
-Hiç sözünü etmediğin bir kent kaldı.
Marco Polo başını eğdi.
-Venedik, dedi Han.
Marco gülümsedi. –Bunca zaman ne anlattım sanıyorsun ki sana?
İmparator istifini bozmadı: -Hiç duymadım oysa adını andığını.
Ve Polo: -Ne zaman bir kent anlatsam Venedik’le ilgili bir şeyler söylüyorum.
-Sana başka kentleri sorduğumda onları anlatmanı isterim. Venedik’i sorduğumda da Venedik’i.
-Diğer kentleri anlatmak, farklılığını kavramak istiyorsam gizli bir ilk kentten yola çıkmak zorundayım. Benim için bu, Venedik.

O anda; Kubilay Han ile Marco Polo’nun bu konuşmasını anımsadığımız anda, Yonca Saraçoğlu’nun resimlerindeki kenti daha yakından tanıdığımızı anlarız. O kent, onun yola çıktığı ilk kent olmalıdır en fazla... Tüm resimlerdeki görüntülere sızmış, o ilk kent... Bize düşen de, tek tek o kentleri değil, birbirlerinin içine sızmış izleri seyretmektir; aynı Marco Polo karşısında Kubilay Han’ın yaptığı üzere...

 


 

Can'ı Gönül

Feyyaz Yaman


İştah kabartan sergi...

Elif Türkölmez


Issızlığın Gerçeküstücü Dili

Ali Şimşek